fbpx

Ne Ekersek, Onu Biçeceğiz

 

Covid-19 salgının baş göstermesinin üstünden geçen yaklaşık 1,5 yıllık süre insanoğluna, bilimde ve teknolojide ne kadar ilerlemiş olursa olsun, tarım ve hayvancılığın olmazsa olmaz olduğunu gösterdi. Dünya nüfusunun 1960’lardan bu yana 2,5 kat artmış olması, karnını doyuramayan nüfusların en büyük tehlikeyle karşı karşıya olduğunu gözler önüne serdi.

Tüm dünyada benzerlerini gördüğümüz üzere, ülkemizde pandeminin başladığı ilk günlerde aç kalacağız korkusuyla insanımız marketlere hücum etmiş; un, makarna, şeker gibi temel gıda maddelerini hızla evlerine stoklamıştı hatırlayacağınız gibi. Bu bağlamda aklımıza hemen şu soru takıldı, “Sınırların bile kapandığı bir ortamda ülkemizde uzun süre sorunsuzca karnımızı doyurabilecek miyiz?”. Çocukluk yıllarımızda sıkça söylenen bir cümle geldi hemen hatırımıza, “Ülkemiz dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden biridir.” Bu hala geçerliliğini koruyor mu, biraz rakamlar üzerinden bakmakta fayda var.

Türkiye tarım arazilerinin büyüklüğü ile öne çıkan bir ülke. Dört mevsimin de yaşanabildiği topraklarımızda nerdeyse her türlü tarımsal ürünün üretimi yapılabiliyor. Bu ülkemiz için büyük bir şans ama ne kadar değerlendirebiliyoruz; o kısmı biraz sıkıntılı. Son 15 yılda ülkemizde 2,5 milyon hektar tarım arazisini kaybetmiş durumdayız. Bu tarım arazilerimizin nerdeyse %10’una denk geliyor. Ayrıca topraklarımızda biyoçeşitlilik hızla azalıyor.

Tarımda çalışanlar çok hızlı kentlere göç etmiş durumda. Nüfusumuzun %93’ü şehirlerde ve kasabalarda yaşıyor. Şu an tarımda çalışan nüfusun yaş ortalaması 55 yani genç kuşak tarımla uğraşmak istemiyor. Genç nüfusu kırsalda tutmak için programlar başlatıldı ama şu ana kadar başarılı olamadı.

Tarımın olmazsa olmazı su ama topraklarımızda yanlış politikalar ve küresel ısınma gibi nedenlerle su rezervlerimiz her geçen gün azalıyor. Ege Bölgesi’nde yakın zamana kadar 50-100 metre derinlikten su çıkarılırken, bugün birçok bölgede bu derinlik 200 metreye kadar çıkmış durumda. Bu derinlik tahıl ambarımız Konya Ovası’nda 500-600 metre civarında ve çıkan su “fosil su” denilen yapıda. Bu rakamlar acil sulama yatırımları yapılmaz ve verimli sulama teknikleri kullanılmazsa kısa sürede kuraklık temelli sorunlarla karşılaşacağımızı gösteriyor bize.

Önemli bir konu modern tarım tekniklerini doğru stratejilerle kullanma zorunluluğu. Nüfus artışı nedeniyle geleneksel yöntemlerle ülke nüfusumuzun tamamını doyurma şansı bulunmuyor. Yüzölçümü Konya şehri kadar olan Hollanda’nın tarım üretim hacmi nerdeyse ülkemizle aynı. Güncel teknikleri ve bunu destekleyen politikaları uygulamazsak işin altından kalkmamız olanaklı görünmüyor. Peki, bunu kim yapacak?

Ülkemizde 2019 rakamlarına göre 120 binin üzerinde ziraat mühendisimiz var. Mühendislerimizin bir kısmı başka işlerle uğraşıyor ve üzülerek söylemek istiyorum nerdeyse %20’si işsiz. Tarım kesimi, devlet tarafından görevlendirilmiş ziraat mühendislerini ofislerinden sahaya çıkmadıkları ve kendilerine yeterince destek vermedikleri için eleştiriyor.

Tarım sektörü diğer sektörlerde olduğu gibi enflasyonist etkinin hayli baskısı altında kalıyor. Tarımımız tohum, gübre ve ilaç gibi ana girdileri bakımından dışa bağımlı yapıya sahip ve kurlardaki artış her geçen gün maliyetleri yukarı çıkarıyor. Tarım enflasyonu son bir yılda %30’lara vardı. Çiftçi, maliyetler ve piyasa talep fiyatları arasında sıkışmış durumda. Üretimini elden çıkarabilmek için ya zararına mal satacak ya da maliyetlere bağlı fiyat politikası neticesinde ürününün elinde kalması riskiyle karşı karşıya kalacak. Korkutucu olasılık, üretmekten vazgeçmesi.

Gözden kaçırılmaması gereken bir konu sürdürülebilirlik. Üretmemiz gereken doğru ürün, kazanılması gereken optimum gelir, yapılan üretimin doğaya verebileceği zarar, planlama yapılarak dengelenmesi gereken maddeler olarak karşımıza çıkıyor. Bugün aldığımız verim ve kazandığımız para ileriye dönük dönüşü olmayacak şekilde kaybedebileceğimiz değerlerin hiçbir zaman üzerinde olmamalı. Örneğin hayvancılığa yoğunlaşırken ortaya çıkan atıkların bitkisel üretimi olumsuz etkileyebileceğini unutmamak gerekiyor. Çok çarpıcı bir örnek Konya Ovası’nda yaşanıyor. Buğday üretimi tarım için önemli bir kalem ama üreticimiz son yıllarda buğday üretiminden istenen geliri elde edemiyor. Bu nedenle geliri daha iyi olan ve hayvancılıkta yem olarak kullanılan silajlık mısır üretimine hızlı bir geçiş gözlemleniyor. Silajlık mısırın da bir ihtiyaç olduğu gerçek ama mısır buğdaya göre çok daha fazla su ihtiyacı olan bir bitki. Hızla su kaynakları tükenen Konya Ovası’nın geleceği için mısır ekimi ne kadar doğru bir ekim, tartışılması gerekiyor. Konya Ovası’nda yeraltı sularının azalması nedeniyle obruklar oluşmaya başlamış durumda. TÜİK’in 2021 beklenti raporlarına göre bu yıl tahıl ve diğer bitkisel ürünlerde üretimin %4,7 oranında azalacağı tahmini de var.

Çiftçinin aşırı borçlanmasının sektörün geleceği konusunda büyük bir tehlike olduğunu da biliyoruz. Tarımda kullanılan mazot, hala vergilerden arınmış değil. Buna rağmen son 15 yılda %10 azalan tarım arazilerini ekmek için kullandığımız traktör adedi yıllar içinde artmış durumda. 2001’de traktör adedimiz 950 bin civarındayken 2019’da bu rakam 1 milyon 350 bine çıktı. Bu traktör başına düşen ekilen arazi miktarının azaldığını ve ihtiyacın çok üstünde teçhizat giderinin çiftçinin sırtına yüklendiği gerçeğini çıkarıyor karşımıza. Tarım sektörünün bankalara olan kredi borçlarının bunun büyük bir kanıtı olduğunu düşünüyorum.

Özetlemek gerekirse insanoğlu var olduğu sürece temel ihtiyaçlar denkleminde her zaman tarıma gereksinim olacak. Tarımı kuvvetli olan toplumlar geleceğe daha sağlam adımlarla ilerleyecek. Planlı tarım politikası, verimli kullanılabilecek insan gücü, doğaya verilebilecek zararın en aza indirgenmesi sürdürülebilirlik konusunda en güçlü silahlar olacak. Yani “Ne ekersek, onu biçeceğiz”.

Tarımda yaşadığımız sıkıntılar aklıma şu soruyu da getiriyor açıkçası. “Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, acaba sonuç farklı olur muydu?”

 

Taylan AHISKAL

24 Haziran 2021

Yorum yapın